yaşar kemal in çukurovalı kahraman

naskah drama 9 orang tentang kehidupan remaja. “Hıristo o aylarda aldığı arabayla deniz kıyısına gidip geliyordu, Deniz kıyısında bir çardak yaptırmıştı, çardak da ev gibiydi. Orada oturup boyuna Anadolu’ya bakıyordu. Üç ay geçtikten sonra başta Adem, yanında hocalar ve öğrenciler geldiler. Adem dedi ki, “Çok uğraştık seni alıp götürmeye geldik.” Sağ olun ben burada rahatım. Arada sırada beni görmeye gelin.” Onlarda döndüler. Çok üzüntülüydüler. Ölünceye kadar denizin kıyısında, her gün değilse de sık sık, Anadolu’yu seyrediyordu…” Sabahattin Ali “İstek” adlı şiirini “Görünmez kollar boynumda. Yarin hayali koynumda. Sıcak bir kurşun beynimde. Bir ağaç dibinde yatsam.” diye bitirdi. Dediği gibi de Türkiye-Bulgaristan sınırında, bir ağaç dibinde beynine sopayla vurula öldürüldü. Orhan Veli, İntihar adlı şiirinde “Kimse duymadan ölmeliyim. Ağzımın kenarında. Bir parça kan bulunmalı.” diye yazdığı gibi, bir kaza sonucu Ankara’da belediye çukuruna düşüp sonra evinde sessiz sedasız ölüverdi. Bu toprakların sırrı mıdır bilinmez ama, bu toprakların ozanları ölümlerini yazmıştır. Yaşar Kemal de öyle… 2012’de yayınlanan son romanı Ege’de geçen Bir Ada Hikayesi adlı dörtlemesinin Çıplak Ada Çıplak Deniz’ini girişteki bölümle bitirmişti. Bu romanın değerlendirmesini yazdığımda, o yaşında bile kendiyle ilgili çıkan her habere duyduğu merakla bunları medya şirketine takip ettiren ustaya, onda ne gördüğümü belli etmek istememiştim. Çünkü romanın son satırları, 89 yaşındaki yazarın veda cümlelerine benziyordu. Belli ki mübadele denen bu toprakların gördüğü en büyük ve en çabuk unutulan acıda Anadolu’dan edilmiş milyondan fazla Rum’dan biri olan Hıristo nasıl ki en sonunda dönme teklifini kabul etmiyorsa, Yaşar Kemal de vakit geldiğinde “Kal” değişimize “İstemem” diyecek, ama onun gibi bir kıyıdan Anadolu’yu gözlemeye devam edecekti. Öyle de oldu. 45 günlük yoğun bakımda veda değil merhaba beklerken “Ben zaten yazmıştım” dercesine o güzel ata binip gitti… Büyük yazarların büyük insanlar oluşu eserlerinin gücünden gelir. Ama büyük bir insanın büyük bir yazar olması tamamen onun tercihidir. Yaşar Kemal, büyük bir insandı ve insanlığı yazarlığına yansımıştı. 2008 yılında eleştiri dünyamızın duayeni Fethi Naci’nin Teşvikiye Camii’ndeki cenaze törenine katıldığımda Notos’ta Demirciler Çarşısı Cinayeti incelemem yayınlanalı birkaç gün olmuştu. Caminin bir kıyısında Fethi Naci’nin omuzlar üzerinde önümüzden geçişine hem Yaşar Kemal’in hem de Adalet Ağaoğlu’nun ileri yaşlarına karşın ayağa kalkıp saygı gösterişlerini bir kıyıdan izledim. Belki o gün bir öyküye dökülürdü. Caminin boşalıp çıkma sırasının gelmesini beklerken, Yaşar Kemal’in etrafının sevenleriyle dolduğunu gördüm. Çoğunluk benim gibi gençlerdi. Ustaya dokunmak, birkaç söz etmek için heyecandan kıpır kıpırdılar. Gazeteciliğimden bilirim. Röportaj yapacağınız ünlü kişiyle buluşma mekanına gittiğinizde etrafındaki sevgi çemberine o denli kapılan olur ki, sizi unutup onlarla ilgilenmeyi seçer de, utana utana gidip hatırlatırsınız kendinizi. O gün başka türlüsünün de mümkün olabileceğini anlayacakmışım. Yaşar Kemal, gözüyle kartal avlayan yazar sözünün hakkını verircesine etrafındakilerin yüzlerine değil ruhlarına bakıp konuşurken, kıyıda beni görüp, “Gel buraya” diye çağırdı. Gittim. “Kimsin,” dedi. Notos’ta Yer Demir Gök Bakır ile Demirciler Çarşısı eleştirilerini yazanım” diye tanıtınca, önce sıçradı, birkaç adım çekilip tepeden tırnağa baktı, “Sen kaç yaşındasın ki edebiyat biliyorsun” diyerek güldü elini omzuma koydu… Teşvikiye Camii’nden onu caddede bekleyen aracına kadar koluna girip götürürken bana Fransızlar haricinde Demirciler Çarşısı Cinayeti’ne değer veren okurların bulunmadığını, İnce Memed’in fenomenleştirilip diğer eserlerinin hakkınca anlaşılmadığından yakındı. Bunu yaparken de cami önündeki İstanbul’un en işlek yolunun ortasında durmaktan çekinmedi. Onu tanıyan ve sabırsızlığıyla meşhur İstanbul şoförlerinin saygıyla baş selamı verip, tek söz etmeden trafiği kesmeleri de, kısacık yolda ona dokunmak için bir çok insanın yarışması da bir minnet töreniydi… Bizim gibi ancak öldüğünde arkandan iyi sözler söylenebilen bir ülkede yaşarken insana saygıya şahit olmak, üstelik bunu iyi edebiyatın yarattığını görmek çok öğretici oldu. 2008’den rahatsızlanıp yorulmaması için doktorunca uyarıldığı 2014’ün yaz aylarına değin bayram, yıl başı ve özel günlerle birlikte Yaşar ağabeyin yayınlarına dair eleştirilerim sonrasında beni defalarca aradı. Ben de onu. Edebiyatın koca çınarı, benim için çocuktu, heyecanlıydı, ne alıyordu demeden dost oldu. Üstelik her konuşmasında benim edebi kurgularıma asla konuya ders verir gibi değil bunu alt metni haline getirerek öğütler verdi. Yetmedi; kendisinin İstanbul’da geçecek bir cinayet romanı yazdığını anlattı. Kurgusunu uzun uzun söyledi. Ağır yazdığım için tanıştığımızdan beri süren romanımı bana anlattırdı… Sağlığı el vermediğinden sokağa çıkıp yürüyemediğinden yakınıyordu. Ama en son sokakta gördüğü pek yoksul adamla neler konuştuğunu, telefonda anlatırken yazıyormuşçasına betimleyerek söyledi. Sık sık da “Ölüm meleği bana gelene kadar hep iyi daha iyi yazacağım” dedi. Yetmeyenler O yaşında hala aklında kurgular, hala aklında sokak vardı. Nasıl olmasın? Yaşar Kemal, İnce Memed ile tüm büyük yazarların olduğu gibi ilk yapıtıyla kendini edebiyata mal etti. Üstelik İnce Memed, cumhuriyetin ilk yıllarında eşitlik ilkesinin hala ağa-köylü şeklinde köylere inmediğini anlatan hem en önemli siyasi eleştiri romanına imza atmıştı. İnce Memed’in kahraman figürü olmasının yanında edebi niteliği; kurgusu, dili, iklimi ayrı değerliydi. Yetmedi üçlemesi Orta Direk, Yer Demir Gökbakır ve Ölmez Otu ile dünya edebiyatında bir ilki yaptı. Üçlemelerin her biri ayrı üslupla aynı karakterlerle ve başka olay örgüleriyle yazılmıştı. Yani bu üçleme hem ayrı birer roman hem de karakterlerin ruh değişimiyle aynı romandı. Bu, o güne değin dünya edebiyatında denenmiş ama başarılamamış bir uğraştı. Yetmedi, İstanbul’a gitti. Gazeteciliğe öykücülüğü soktu. Erzurum depremi de yazdı, yoksulluk nedeniyle ailelerinin başlarından kovduğu ve İstanbul’a düşmüş sokak çocuklarını da. Hem gazetecilikte röportaj içeriğini değiştirdi, tabi ondan sonra edebiyatta yetenekli insanlar gazetecilik yapmadığından bu tür yeterince gelişmedi, hem de sokak çocukları gibi büyük bir sorunu 1950’lerde görerek iler görüşlülüğünü ortaya koydu. Yetmedi, Çukorova’nın değil şehrin romanını da yazabileceğini ortaya koydu. Kuşlar da Gitti adlı kısa romanı hem üslubunun bıçak gibi bilendiği hem yazı hacminin azaldığı hem de Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz ile başarabildiği sadeliğin ihtişamı yazı formunun Türk edebiyatındaki en nitelikli eseri oldu. Yaşadığı Basınköy ve Florya’daki çocukların gözünden hem çocukları edebiyata soktu hem şehri anlattı. Yine İstanbul’daki doğa katliamını Deniz Küstü ile anlattı. Bu büyük başarısıyla da doğma büyüme İstanbullu yazarların Batı formundaki romanlarını bir Çukurovalı ve köy romancısı yaftasıyla yazabileceğini göstererek “Edebiyatın sınırı yoktur” dedi. Yetmedi, Anadolu kültürünü Ağıtlar, Gökyüzü Mavi Kaldı ve Sarı Defterimdekiler gibi eserleriyle anlattı. Zaten bunu ayrıca yapmamış olsa bile Çukurova’nın yerel dilini özellikle Fransız romantizm akımının Batı roman formuyla harmanlayarak oluşturduğu ve Yer Demir Gök Bakır ile zirveye çıkarttığı romancılığıyla zaten yapmıştı. Yani Batı kültürü ile Doğu kültürünü altın oranla birleştirdi… Yetmedi, mübadele acılarına değinen en önemli yazar oldu. Bu kez üçlemede yaptığı ardıl ve farklı roman türünü Bir Ada Hikayesi’nde yaptı. Hem Türkiye’de de ütopik roman yazılabileceğini var olmayan bir Ege adası kurarak anlattı hem de romanın son cildini 88 yaşında tamamlayarak, “Artık eline kalem alamaz” diyenleri yanılttı. Yaşar Kemal bunları yaparken sosyalist siyasetten kopmadı, inandıklarını savundu. Kürt bir yazarın Türkçe ile neler yapabileceğini ortaya koydu. Nobel’e sadece aday olmadı 70’lerin ilk yarısında komitenin ödül için ilk tercihi de oldu ama siyasi nedenlerle alması engellendi. Bunu yapanlar Türkiye’de olmasına karşın küsmedi. Hatta Orhan Pamuk Nobel’i kazandığında Pamuk’a “Siyaseten aldı” diye saldıranlara karşı durdu, “Pamuk’u çekemiyor” diyenlerin saldırırken Yaşar Kemal en önce arayıp bu sonraki kuşak yazarının başarısını tebrik etmişti bile… Bir dostun izinden Demiştik, yazarlığı eserinden değil insanlığının büyüklüğünden geliyor diye. Eserlerinden türkü yapıp 60’ların sonunda kapısını İstanbul’da çalan Ankaralı hakim çocuğu Ömer Zülfü adlı genci çok sevmiş. Daha kitapçıda buluştukları ilk akşam köfte yemeye evine çağırmış. Aynı genç 71 muhtırasıyla arananlar listesindeyken İsveç’e gidişine yardım etmekle kalmamış; İsveç’e bu genç dosta destek olmak için gidip orada yaşamıştı da. Zülfü Livaneli’nin büyük ustaların geçtiği kapıdan doğarken geçtiği kuşkusuz. Ama Yaşar Kemal’in ömrünün sonunda benim de şahit olduğum o insan sever yaklaşımı olmasaydı, Yaşar Kemal’siz hayatının çok çok zor olacağı da kuşkusuz… O muhteşem kadınlar Yaşar Kemal demişken iki kadının ismini de büyükçe yazmak gerekir. Thilda Kemal, Yaşar Kemal’in can yoldaşı, 50 yıllık eşi… Büyük ustanın rahat çalışmasında ve yaşamasında büyük pay sahibiydi Thilda Hanım. O yaşamını yitirdikten sonra Ayşe Semiha Baban da Yaşar Kemal’in son ana değin dimdik ayakta kalmasının başrol oyuncusu, onun ilerleyen yaşında yeni romanlar metinler yazabilmesinin hem sebebi hem ilham kaynağı olmuştur. O iki muhteşem kadına da Yaşar Kemal’in okurları çok şey borçlu. İnce Memed, “Duvarın dibinde resmim aldılar. Ak kağıt üstünde tanıyın beni” diye başlar… Öyledir. Yaşar Kemal, okunacaklar arasında en değerlilerindendir. Büyük bir yazarın büyük bir insan olmakla olunabileceğini göstermiştir. Ustadır. Unutulmayacaktır… Ne de olsa, “O güzel insan o güzel ata binip gitti…” Erdinç Akkoyunlu – 2 Mart 2015 Bunlar da ilginizi çekebilir Alman araştırmacı Ulla Johansen’in 1957’de Yörüklerin arasında yedi ay yaşayarak kaleme aldığı araştırma kitabının 2004 önsözünü dünyaca ünlü romancı Yaşar Kemal yazdı. Ne var ki Kültür Bakanlığı bürokratları, “Alevi Kürt” diye bir etnisitenin olmasının imkânsızlığını “bilimsel metotlarla” Yaşar Kemal’e anlattılar ve önsözün çıkartılmasını istediler. Yaşar Kemal ikna olmadı ama sonuçta bürokratlar kazandı, kitap önsözsüz basıldı. İşin ilginç bir yanı da şu Yaşar Kemal gibi uluslararası üne sahip bir yazarın önsözüne uygulanan sansür o dönemde basında hiç tartışılmamış. Konuyu Yaşar Kemal de gündeme hiç getirmemiş. Taner Talaş’ın Serbestiyet’teki yazısı Alman araştırmacı Ulla Johansen d. 1926, 1957 yılında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık bursuyla, Toroslarda yaşam süren Yörükleri konu alan bir araştırma yapmak ister. Şansı yaver gider. Çünkü o dönemde, aynı bölgede Prof. Halet Çambel Karatepe kazılarına başlamıştır. Bölgenin sadece kazılarıyla değil her türlü kültürel meselesi ile ilgilenen hassasiyet sahibi bir bilim insanı olan Çambel’in de yardımıyla Ulla Hanım zor da olsa amacına ulaşır. Ulla Hanım, Adana hudutları içindeki Saimbeyli ilçesine bağlı Beypınar köyüne gelerek çalışmalarını başlatır. Alman araştırmacı başlangıçta yadırganır ve dışlanır. Tam bu aşamada yöre insanıyla iyi ilişkileri olan Halet Hanım devreye girerek halkın Ulla Hanıma yardımcı olmasını sağlar. Araştırmacının, bir Yörük ailesinin yaşamına yedi ay boyunca 24 saat ortak olduğu bir araştırmadan bahsediyorum. Bugün dahi yönetilmesi çok zor bir süreç. Çok farklı bir kültürden gelip, Toros dağlarının zirvesinde, modern hiçbir imkânın bulunmadığı, çok farklı bir inanç ve kültürün egemen olduğu, en zaruri gereksinimlerin dahi ilkel şartlarda karşılandığı bir yaşama katılmaktan söz ediyoruz. Hayvancılığı merkeze alan bir yaşam, konar göçer bir kültür, Ramazan orucu, dinsel ritüeller, giyim kuşam farkları… Onlarca engelin, olmazın hiçbiri Alman araştırmacı Ulla Johansen’i Yörükleri anlama azminden vazgeçirememiş. Halet Çambel’in Beypınar köyü sakinlerinden İsa Ese Ağa’ya emanet ettiği Ulla Hanımın Yörük ailesinin evinde sürdürdüğü yedi aylık ikametinin tüm safhalarını burada yazmak, bu makalenin hacmini aşar. Ama yine de küçük bir anekdot vereyim Ese Ağa 1971 yılında vefat eder. Ulla Hanım haberi duyar duymaz Almanya’dan yola çıkıp Yörük obasına gelir, ahbabına vefa gösterir. Ese Ağa için Kur’an okutur, yöre inancının tüm gereklerini yerine getirerek taziyede bulunur. Bu ilham verici hikâye, geçtiğimiz yıl “Yörük Obasında Bir Alman Kızı Ulla” HS Yayıncılık isimli kitapla ölümsüzleştirildi. Kitabın yazarı, o dönemin 9 yaşındaki -oba lakabıyla- Koçaş’ı; yani sırasıyla ilkokul öğretmenliği, vali yardımcılığı ve nihayet 23, 24 ve 25. dönem AK Parti Adana milletvekilliği yapan Ali Küçükaydın. 280 sayfalık kitapta, Ulla Hanımın 1957 yılında Yörüklerin yaşam biçimini araştırmak için geldiği Beypınar köyünde 7 ay boyunca yaşadıklarının yanı sıra, vefat ettiği 2020 yılına kadar bölge halkı ile olan dostluk ilişkisi tüm detaylarıyla anlatılıyor. Ne var ki bize mahsus nakısalar, insani dokusu yüksek bu hümanist hikâyeye de maalesef dâhil oluyor ve beni bu makaleyi yazmaya iten, yürek burkucu bir kitap basım hikâyesi başlıyor. Ulla Johansen’in çalışmasının akıbeti Ulla Johansen’in Yörüklere ilgisi Almanya’ya dönüşünden sonra da devam eder. Douglas White ile birlikte “Network Analysis and Etnographic Problems” isimli bilimsel çalışmasını İngilizce yayımlar. Ancak Türkiye’den araştırmanın Türkçe basımıyla alakalı ses seda çıkmaz. Ta ki 1999 yılına kadar. İlkokul öğretmenliği yaparken Ankara Üniversitesi Siyasal bilgiler Fakültesi Siyaset ve İdare bölümünü bitirip önce kaymakam, ardından Gaziantep vali yardımcısı olan Ali Küçükaydın Koçaş, eserin basımı için Kültür Bakanlığı nezdinde girişimlere başlar. Ancak ödenek yokluğu ve benzeri gerekçelerle Ulla Johansen’in çalışması basılmaz. 2002 Kasımı Ali Küçükaydın daha evvel DYP saflarında başladığı siyasi hayatına yeni kurulan AK Parti’de devam etmek istemiş, milletvekili adaylığını açıklamış, Adana listesinde 8. sırada yer bulmuş, seçilmesi imkânsız görülürken, DYP, ANAP ve MHP’nin seçim barajının altında kalmasından dolayı AK Parti Adana’dan tam 8 milletvekili çıkarmış ve Ali Küçükaydın iktidar partisinden Adana milletvekili olmuştur. Şartlar oluşmuş, AK Parti tek başına iktidar olmuş, Ali Küçükaydın Ulla Hanımla birlikte Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun makamının yolunu tutmuştur. Takvim yaprakları 2004 yılını gösterirken Bakan Mumcu, Ulla Johansen’in çalışmasına ilgi göstermiş, eserin basımına karar vermiştir. Bu arada eserin önsözünü dünyaca ünlü Çukurovalı yazar Yaşar Kemal’in yazması düşüncesi doğmuş, Yaşar Kemal ezbere bildiği bir konunun önsözünü yazmayı kabul etmiş, Ulla Hanım gelişmeler karşısında duyduğu memnuniyetle bakanlıktan ayrılmıştır. Mumcu istifa ediyor Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun hem bakanlıktan hem de AK Parti’den istifası Johansen’in kitabının basımını bir müddet ertelese de bakanlık basım sürecini sürdürür. Mumcu’nun yerine, kamuoyunda tarzı ve tavırlarıyla hayli tartışmalı bir siyasetçi olan Atilla Koç atanır. Yeni bir kriz daha… Yaşar Kemal’in önsözü “50 yıl önce Türkiye’de Yörüklerin Yayla Hayatı“ adını taşıyan kitap artık basıma hazırdır. Kitabın önsözünü, taparcasına sevdiği bölgeyi merkeze alan ve hepsi de birçok dünya diline çevrilen onlarca eser kaleme almış olan Yaşar Kemal yazmıştır. Yazmıştır yazmasına da, iki sayfalık önsözde iki kelime bakanlığı rahatsız etmiştir. “Alevi Kürtler…” Toplam iki kelime… Konunun tam anlaşılması için, Yaşar Kemal’in anlatımını içeren paragrafın tamamını buraya alıyorum “İlk Kahveyi Kerimoğlu’yla birlikte o görkemli çadırda içtim. Kerimoğlu her halde beni babamın yerine koymuştu. O gün bugündür de o kahvenin tadını kokusunu hiçbir kahvede bulamadım. Sonradan Yörüklerde de, Türkmenlerde de, Torosların Alevi Kürtlerinde de dibek kahvesi içtim. O tadı hiçbir kahvede bulamadım. Ya da çocukluk kahvesinin tadı kokusu…” Krize neden olan paragraf değil, cümle de değil, iki kelime; Alevi Kürtler. Kültür Bakanlığı “Alevi Kürtler” ibaresi geçen bir önsöze izin vermeyeceğini, ibarenin önsözden çıkartılması gerektiğini taraflara şifahen tebliğ eder. Yaşar Kemal bu müdahaleye sert tepki gösterir. Sansür olarak değerlendirir ve talebi reddeder. Değişik devlet kurumları ve tarihçiler devreye girer. “Alevi Kürt” diye bir etnisitenin olmasının imkânsızlığı “bilimsel metotlarla” Yaşar Kemal’e anlatılır, ancak Yaşar Kemal ikna olmaz. Toros dağlarının ozanı olarak, yöreyi Ankara tarihçilerinden daha iyi bildiğini söyler, teklifi reddeder. Bu arada Ulla Johansen büyük bir üzüntüye gark olur. Eserinin Yaşar Kemal’in önsözüyle basılmasını ister. Sonuçta Ankara kazanır, eser Kültür Bakanlığınca Yaşar Kemal’in önsözü olmaksızın basılır. Tüm bu detayları, dönemin tanığı ve kitabın basılmasını hararetle isteyen ve takip eden Ali Küçükaydın’ın kitabından öğreniyoruz. AK Parti’nin bugünkü kudretinden hayli uzak ama tek başına iktidar olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Kabahati bakanlık bürokrasisine yıkabilir miyiz? 2010 yılına gidelim. Ulla Johansen’in kitabını bu defa Adana’nın en büyük taşra ilçesi olan Kozan Belediyesi basar. Başkan AK Partili, milli görüş kökenli bir isim. Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun Sivas belediye başkanı olduğu dönemde yardımcılığını yapmış bir kişi olan Kazım Özgan, 2019 yerel seçimlerine Saadet Partisi’nden katılır ve kazanır. Özgan, halen Kozan belediye başkanlığını sürdürüyor. Konudan haberdar olup olmadığını bilmiyorum ama Kazım Özgan’ın başkanlığını yaptığı Kozan Belediyesi’nin 2010 yılında bastığı kitapta da Yaşar Kemal’in önsözü yok. Netameli’ iki kelimeyi bir araya getiren hem Alevi hem Kürt kavramın taşıdığı huzursuzluk hali mi, yoksa resmi tarihte mündemiç “Alevi Kürtlerin” dönme Ermeniler olduğu tezi mi etkili olmuştur bu direnişte, bilinmez, ama geç gelen bir mutluluk maalesef nihayete erememiştir. Tabii milliyetçi, muhafazakâr, ulusalcı tarih okuma biçiminin ezeli kardeşliği de ayrı bir bahis konusudur. Özellikle konu Aleviler, Kürtler olunca… İşin ilginç yanlarından biri de şu Yaşar Kemal gibi uluslararası üne sahip bir yazarın önsözüne uygulanan sansür o dönemde basında hiç tartışılmamış. Konuyu Yaşar Kemal de gündeme hiç getirmemiş. Basılmayan önsöz, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan, Yaşar Kemal’in farklı zamanlarda yaptığı konuşmaların derlendiği “Bin Bir Çiçekli Bahçe” isimli kitapta yer almış, ancak bağlamına dair herhangi bir şerh düşülmemiş. Hikâyenin iki kahramanı da şu anda yaşamıyor. Ortaya bir yayıncı çıkar, yarım kalan hikâyeyi tamamlar mı bilmiyorum. Bu vesile ile, Çukurova’nın sakıncalı ozanı Yaşar Kemal’in “sakıncalı” önsözünü de okurların dikkatine sunalım… Krize neden olan sakıncalı önsöz Ulla Johansen’in bu kitaptaki gözlemleri olağanüstüdür. Profesör Ulla Johansen bilim insanı gözlemciliğini sevgiyle saygıyla yoğurmayı bilmiş, genç bir asistanken altı ay boyunca yaşamlarını paylaştığı Yörüklerle kırk yıla yakın bir süre sonra yeniden buluşmuş, göçlerine katılmış. Böylece biten bir yaşamın, kültürün sonlarına yetişebilmiş ya, bize de yitip giden bir yaşam biçimini, bir kültürü armağan ediyor. “Yörüklerin son yıllarında onlarla birlikte ben de yaşadım. Bu dediğim Ulla Johansen’in gözlemlediği dönemin epey öncesi. Biz Çukurovalılar, kışlıkları Çukurova olduğu için Yörüklerle iç içeydik. Bir Yörük obasının başı Kerimoğlu babamın dostuydu. Babam öldükten sonra bile Kerimoğlu’yla dostluğumuz sürdü. “Yörükler yayla dönüşü bizim köyün alt başındaki geniş meraya konarlar, burada bir hafta on gün kalırlardı. Kerimoğlu düzlüğe her indiklerinde, çadırlar kurulur kurulmaz türlü hediyelerle bize gelirdi. Bir yayla dönüşünde anamla birlikte Kerimoğlu çadırına gittik. İlk kahveyi Kerimoğlu’yla birlikte o görkemli çadırda içtim. Kerimoğlu herhalde beni babamın yerine koymuştu. O gün bugündür de o kahvenin tadını kokusunu hiçbir kahvede bulamadım. Sonradan Yörüklerde de, Türkmenlerde de, Torosların Alevi Kürtlerinde de dibek kahvesi içtim ya o tadı hiçbir kahvede bulamadım. Ya da çocukluk kahvesinin tadı, kokusu… “Gördüğüm kahve dibekleri kırmızı bir ağaçtandı ve çok güzel işlenmişti, pırıl pırıldı. Tunç dibekleri ben sonradan gördüm. Konuklara ikram etmek de törenin içindeydi. Ulla Johansen kahvelerden, dibeklerden söz etmiyor. Yoksa elliler Yörüklerin tükeniş, yoksulluk yılları mıydı? İğneden ipliğe kadar Yörüklerin bütün yaşantılarını yazan Ulla Johansen, Yörüklere bir hal olmasaydı kilimleri, ala çuvalları, heybeleri, cicimleri, halıları, bütün kahvesini de yazardı. “Kilimlerde, halılarda gördüğümüz solmayan, eskidikçe de parlayan boyaların hangi otlardan, hangi ağaç, hangi çalı köklerinden, kabuklardan çıkarıldıkları unutulmuştu. Kökboyaların hangi köklerden, kabuklardan çıkarıldıklarını Profesör Ulla’dan öğreniyoruz. Kök boyalar üstüne yazılmış kitaplar da var ya daha niceleri de olsa ne iyi olur. “Kökboyaları kullananlar Türkmen, Kürt kilim ve halı dokuyucuları, bir de Yörüklerdir. “Yörükler bir Türkmen kolu mu ya da ayrı bir kabile mi? Birçok araştırmacıya göre bunlar Türkmen’dir. Türkmen olsalar da olmasalar da yerleşmeye bütün olumsuzluklara karşın direniyorlar. 1986’nın Mayıs ayında dağlara doğru Savrun çayının gözesine gidiyordum, yolda bir ormanın ucunda bir Yörük obasıyla karşılaştım. Sürüleri arkada, kamyonları öndeydi. Kamyonlar ağzına kadar doluydu kadın erkekli. Erkeklerin elinde de birer kirmen, eğiriyorlardı. Çukurova’da bu konargöçerlere Türkmen, Avşar ya da göçer demezler. Aydınlı derlerdi. Türkmenler, Avşarlar 1865-1870 yıllarında Kozanoğlu başkaldırısının yenilgisinden sonra Çukurova’ya yerleşmişlerdi. Kimileri onlar Aydın’dan Çukurova’ya göç etmiş Aydınlı aşiretindendir diyorlardı. Bir kısmı da Alevi’ydi ya, onlar da Alevi törelerinden, geleneklerinden hemen hemen bir şey kalmamıştı. Obaların çoğu Sünnileşmişti. Arabayı kullanan arkadaşıma “Bunlarla nasıl konuşurum?” dedim. “Oba ileriye konmuştur” dedi. Biraz ilerleyince ormanın kıyısında halka oluşturmuş çadırlar gördük. Orada durduk. Çadırların birinden bir adam çıktı, başka bir çadırdan da bir yaşlı. Her çadırın önünde bir traktör duruyordu. Traktörün yanında da, saydım, beş akümülatör bağlanmıştı. Genç adamın adı Halil’di ve okuryazardı. “Bu kadar akümülatöre ne gerek var?” diye sordum. “Televizyon için” dedi. Halil şaşkınlığımı görünce de çadırın kapısını gösterdi, “Buyur içeri” dedi. Halil bizi kahve içmeye davet etti. İçtiğim kahve o kahve değildi. Ona öteki obaları sordum. Hangi obanın nerelerde kışladıklarını, nerede yayladıklarını biliyordu. Birçok oba da yerleşmiş, imi timi yitmişti. Ona Horzumluları sordum. Çukurova’da çıkıyorlardı. Deveyle yaylaya çıkanlar kalmamıştı. “Biz de” dedi Halil, “son demlerimizi yaşıyoruz. Birkaç yıl sonra konargöçer diye kimse kalmayacak.” Profesör Ulla Johansen’in saptadığı evlenmeler de ilginç. Onların evlenmeleri Türkmenlerin evlenme törenlerine benziyor. Örneğin bir kardeş ölünce, dul karısının kardeşiyle evlendirilmesi Türkmenlerde, Kürtlerde de var. Profesör Ulla, Yörüklerin düğünlerinden pek öyle söz etmiyor. Eskiden onların düğün törenleri de tıpkı Türkmenlerin düğün törenleri gibiydi. Üç beş gün, bir hafta onların da düğünleri olurdu. Onlar da düğünlerini çoğunlukla sonbaharda yapardı. Yörükler yok olurken önce gelenekleri, görenekleri yok oldu. Ulla Johansen bu yaşam biçimini yok olmadan önceki haliyle aktarmakla çok değerli bir iş yapıyor ya, çok önemli olan da bir kadın olarak gelenekleri sürdüren Yörük kadınların dünyasını yakından gözlemlemiş olması… Gençliğimde folklor çalışmaları yaparken, önce Yörüklere gittim. Onlardan çok türkü, çok masallar, çok destan derleyecektim. Çünkü onlar kendi dünyalarında yaşıyorlardı. İlişkileri yalnız Türkmenlerleydi. Bir yaz Torosları yayla yayla dolaştım, hemen hemen bir şey bulamadım. Ne bir ağıt, ne bir türkü. Bir bilmece bile yazamadım. Bunlardan sonra da kuytularda kalmış birkaç Türkmen köyüne gittim, onlarda da bir şeyler bulamadım. Güvendiğim dağlara kar yağmıştı. Salt üç tane çocuk tekerlemesi aldım yaşlı bir adamdan. Aydınlılar bir azınlıktı Çukurova’da. Türkmenler bir çoğunluktu. Halep Türkmenleri, Çukurova Türkmenleri, söylendiğine göre bir milyondan çok nüfusa sahipti. Büyük şairler, büyük destancılar yetişmişlerdi. Aydınlılar gittikçe azalmışlardı. Onlar azaldıkça da kültürlerinden geleneklerinden uzaklaşmışlardı. Tam tükendiklerinde, onlar için Çukurova’da kışlak, Toroslarda yaylak kalmamıştı. Bugün Çukurova’da köyleri var ama kültürleri yok. Onları da televizyonlar besliyor. Profesör Ulla Johansen’in armağan ettiği yitip giden bir yaşam biçiminin, bir kültürün izlerinden öte genç araştırmacılara örnek olması gereken bir titizlik, duyarlılık, inat ve sebat. Bugünün genç araştırmacıları da büyük kültürel zenginliklerimiz hepten yok olmadan aynı yoldan gitseler… Adanalı Tarih Araştırmacısı Cezmi Yurtsever ile Adanalı ünlü romancı Yaşar Kemal arasındaki "İnce Memed" tartışması giderek büyüyor. Yaşar Kemal, roman kahramanı İnce Memed'in yaşamadığını, hayal ürünü olduğunu savunurken, Tarihçi Cezmi Yurtsever ise edindiği bilgi, belge ve görgü tanıklarının ifadelerine dayanarak hazırladığı ve yayınladığı kitabında İnce Memed'in Çukurova'da yaşadığını, hatta Yaşar Kemal'in bir akrabasının ihbarı sonucu yakalanarak öldürüldüğünü iddia Tarih Araştırmacısı Cezmi Yurtsever ile Adanalı ünlü romancı Yaşar Kemal arasındaki "İnce Memed" tartışması giderek büyüyor. Yaşar Kemal, roman kahramanı İnce Memed'in yaşamadığını, hayal ürünü olduğunu savunurken, Tarihçi Cezmi Yurtsever ise edindiği bilgi, belge ve görgü tanıklarının ifadelerine dayanarak hazırladığı ve yayınladığı kitabında İnce Memed'in Çukurova'da yaşadığını, hatta Yaşar Kemal'in bir akrabasının ihbarı sonucu yakalanarak öldürüldüğünü iddia ediyor. İNCE MEMED GERÇEK Mİ HAYALİ Mİ? Tarihçi Cezmi Yurtsever, yaptığı araştırmaları, bilgi ve belgeleri derleyerek "Çukurovalı" adıyla bir kitapta topladı. Kitap yayınlanmadan kısa süre önce ulusal bir dergiye röportaj veren Cezmi Yurtsever'in açıklamalarına kızan Yaşar Kemal, "Cezmi Yurtsever bir yalancı ve iftiracıdır. Kendisini mahkemeye vereceğim" şeklinde açıklamada bulundu. Cezmi Yurtsever ile Yaşar Kemal arasında alevlenen ve son günlerde iyice doruğa çıkan İnce Memed tartışmaları, Yurtsever'in kitabı Çukurovalı'nın yayınlanması ile yeni bir boyut kazandı. Kitabında, Kadirli ve Kozan yöresinde Cumhuriyet'in ilanından sonra yaşanan ağalar ve eşkıyalar çatışmasının tarihi boyutlarını ele alan Yurtsever'in bulduğu ve yazıya aktardığı bilgiler, Yaşar Kemal'in hayali olduğunu ileri sürdüğü görüşlerle taban tabana zıt düşünceler içeriyor. Yaşar Kemal ve Cezmi Yurtsever, Kadirli'de doğmuş, yörenin sosyal olaylarının içinde bulunmuş, bilgileri derlemiş, yazıya aktarmış ve görüşlerini kamuoyuna sunmuş iki insan olarak biliniyor. Yaşar Kemal'in dünyaca tanınan ve Nobel'e aday gösterilen İnce Memed adlı kitabının tarihi ve sosyal yönlerini çözümleyen Yurtsever'in kitabında yer alan bilgiler, her iki yazar arasındaki fikir çatışmasının artarak süreceğini gösteriyor. TARTIŞMANIN GEÇMİŞİ Yaşar Kemal, romanında, Çukurova'da yaşanan ağalar ve eşkıyalar kavgasında İnce Memed adındaki eşkıyayı destan kahramanı olarak göstermiş, olayları bu çerçevede ele almıştı. Yurtsever ise Kadirli'de yaşanan ağalar ve eşkıyalar kavgasını yaşayan görgü tanıkları, tarihi belgeler ve olaylar esnasında fotoğraf çeken esrarengiz bir kişinin belgelerine ulaşarak, Yaşar Kemal'i kızdıran tartışmaları alevlendiren açıklamalarda bulunmuştu. Yurtsever, Yaşar Kemal'in aşiretinden Kürt Alo'nun muhbirliği sonucu İnce Memed'in Torosların Tuvaras yaylasında öldürüldüğü, mezarının Dikirli Köyü'nde olduğu, İnce Memed'in arkadaşı 31 eşkıyanın af vaadiyle Adana'ya getirilirken henüz bilinmeyen bir nedenle Kozan yakınlarında Tırmılhöyük'te kurşuna dizildiklerini açıklamış, kitabın kapağına koyduğu fotoğrafı da kanıt olarak sunmuştu. Yurtsever'e göre, Çukurovalı kitabı, Yaşar Kemal'in sırlarını açığa çıkarıyor." alıntıdır. Hasan ÖZPUNARKocatepe Gazetesi / “Karacaahmet ulu veli, akıllanır gelen deli” demiş atalarımız. Afyonkarahisar’ın İhsaniye İlçesi’ne bağlı Karacaahmet Köyü’nde bulunan türbe geçmişte birkaç kez olduğu gibi bugünlerde de bir TV programı sebebiyle gündeme oturdu. TV programında gündeme getirilen haksız ithamlardan önce türbenin geçmişi hakkında biraz bilgi vermek gerekir Köyün ismini aldığı Karacaahmet Sultan, aşireti ile bu civara gelerek konaklar. O yıllarda bu bölgede yaşayan aşiret beyi kâhyasını göndererek niçin geldiklerini sordurarak Karacaahmet Sultan’ı görüşmek üzere davet eder. Kâhya, Karacaahmet Sultan’ın konakladığı yere gelerek beyin kendisini çağırdığını söyler. Karacaahmet Sultan “Davete icabet gerek” diyerek beyin yanına gelir. Aşiret Beyi, Karacaahmet Sultan’a; “Hoş geldiniz” diyerek hal-hatır sorar, ikramda bulunur. O günlerde beyin derdine derman bulunamayan hasta bir kızı vardır. Genç kız Karacaahmet Sultan’ın nurani bakışları karşısında sakinleşir. Hasta kızındaki bu değişikliği fark eden bey; Karacaahmet Sultan’a; “Aman beyim, kızımın, şifası sendedir, burada kal, size ve aşiretinize istediğiniz kadar yurt verelim” der. Karacaahmet Sultan, üç gün misafir kalır, bu sürede Allah’ın izni ile kızı Karacaahmet Sultan, üç gün sonra veda için beyin yanına geldiğinde bey; “Devenizi bırakın, akşama kadar yayılsın, dolaştığı yere kadar size verdim, mülkünüz olsun” der. Kızının tedavisi karşılığı bey Kağnıcılar Köyü ve civarını Karacaahmet Sultan’a verir. Karacaahmet Sultan da aşireti ile buraya Horasan erenlerinden ermiş, bir ruh ve akıl doktoru olan Karacaahmet Sultan’ın buradaki türbesinden başka İstanbul’un Üsküdar İlçesi’nde Karacaahmet Mezarlığı’nda, Uşak İli, Eşme İlçesi’nde Karacaahmet Köyü’nde, Manisa İli, Horoz Köyü’nde ve Akhisar İlçesi Karaköy’de türbe veya makamı vardır. Karacaahmet Sultan’ın Hacı Bektaş Veli’yi zaman zaman ziyaret ettiği ve ondan şu duayı aldığı söylenir “Bir yerde mekânın olsun,Kırk yerde çerâhın olsun”5 Bu artık “Otur, toprağa bağlan, köklen ve dallan” demekti. Karacaahmet Sultan, bunun üzerine Afyon civarına yerleşmiş. Karacaahmet Sultan, bir âlim ve hekim olmakla birlikte ermiş bir kişiliğe de sahip idi. Bir rivayete göre Karacaahmet Sultan, Balı Dede ve Hasan Basri Hazretleri ile Afyon Kalesi civarında dolaşırlarken susamışlar. Karacaahmet Sultan asasını; “Burada su olacak” diye vurunca gerçekten sular yerden güldür güldür kanamaya başlamış. O günden bu zamana kadar çeşmeye “Olucak Çeşmesi” Köyün içinde bulunan tek çatı altındaki cami ve türbe tekke iki kısımdan oluşmakta olup cami güney cephede, tekke ise kuzey cephede yer alır. KARACAAHMET TÜRBESİ“Karacaahmet Tekkesi” olarak da anılan türbe, cami ile bitişik ve tek kubbeli olup kuzey cephede yer alır. İlk şekli hakkında bilgimiz olmayan dikdörtgen planlı türbe girişi kuzeyde olup basık taş kemerli giriş kapısı üzerinde dört satırlık kitabe yer alır. Kitabede; “Yedi yüz yirmi altı tarihinde Sultan Orhan Gazi Saltanatında,Calis-i post–nişin irşad-ı tarikat-ı aliye ve sâhib’ül harik’ül adat ca zâhir-i,Kerâmet-iseniyye bulunan Karaca Ahmet Sultan kaddese sırrahü gufran hazretlerinin, Mebde-i tecdid türbe-i ıtırnake fatiha, Sene-i Hicriyye 1324, Sene-i Rumiyye 1322” yazılıdır. Yukarıdaki kitabeye göre; Karacaahmet Sultan, Orhan Bey zamanında h. 726/ m. 1324 burada ocağını kurmuş ve hastaları tedavi etmiştir. Ancak Evliya Çelebi, Karacaahmet Sultan’ın Afyonkarahisar şehrine h. 660/ m. 1262’de geldiğini Karacaahmet Sultan, daha sonraki yıllarda Manisa taraflarına gitmiş, tekkeyi de oğlu Şeyh Eşref’ ve evlatlarına Kitabe sonundaki m. 1908 yılı tekkenin tamir tarihini göstermektedir. Bu kitabenin altındaki üç satırlık tabelada; “Sakın terk’i edeb etme feyz’i evliyadır,Bu edeple gir türbe’i Karacaahmet Sultandır bu.” yazılı Karacaahmet Sultan Türbesi’ne edeple girilmesini hatırlatan söz bulunur. Karacaahmet Sultan’ın Tekkesi şifa yönüyle zaman zaman gündeme gelmiştir. 1965-1969 yılları arasında Afyonkarahisar Milletvekilliği yapan şair Osman Attila’nın gayretleriyle ilk olarak 1967 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden psikiyatrist Prof. Dr. Rasim Adasal başkanlığında, bir kurul tarafından ziyaret edilmiştir. Bu ziyarette Tıp Tarihi Profesörü Feridun Nafiz Uzluk, Şarman, Psikiyatri Prof. Dr. Recep Doksat, Psikiyatri Prof. Dr. Gülören Ünlüoğlu gibi önemli isimler yer alır. Heyet Karacaahmet Türbesi’nde gerekli incelemeleri ilmi metotlarla yapmış, ziyaret sonunda Prof. Dr. Rasim Adasal tıbbi ve mistik folklor geleneğimizi dünyaya tanıtmak için şu bildiriyi yayınlanmıştır “Bu tedavinin esası bu gün yaptığımız elektro şokta olduğu gibi direkt yani biyolojik şok değildir. Bu daha ziyade ruh hastası da olsa inancı bulunan bir insanın gece tecrit halinde nefsi ile karşı karşıya gelmesi, nefsi ile savaşması, daha doğrusu ruh savunma mekanizmasını uyarmak suretiyle bir manevi temizleme yapması esasıdır. Genel olarak burada tedavi gören psikiyatrik ruh hastaları sara, bunama, organsal psikiyatrik ruh hastaları olmadığından sonuçların müsbet olduğu söylenmektedir. Esasen memleketimizdeki ruh hastalarının büyük bir kısmı modern psikiyatrik merkezlere gittiği için buraya manevi inançları kuvvetli bazı ailelerin daha çok günlük olaylara bağlı, reaktif ruhi bozuklukları olan hastaları, mani ve melankoli gibi efektif ve manevi kamçılamalar ve çöküntüleri olanlardır. Burada Karacaahmet Sultan’ın adını yaşatmak için modern bir akıl hastanesi, manevi şifalar sağlayan bir yurt açılması gerekir.”9 Prof. Dr. Rasim Adasal’ın bu tavsiyesinin üzerinden 50 yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen maalesef bu konuda bir gelişme kaydedilememiştir. Fikri takip gereği Kocatepe Gazetesi zaman zaman bu konuyu dile getirmiş, buraya bir hastane yapılmasının gerekliliği üzerinde 1976 yılında Karacaahmet Türbesi’nin yine önemli bir misafiri vardır. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Ordinaryüs Prof. Dr. Süheyl Ünver 28 Mayıs 1976 tarihinde burayı ziyaret eder. Bilgiler alır. Buranın önemli bir manevi tedavi merkezi olduğundan notlarında bahseder. Yine onun notlarında yer alan ve köylünün aktardıklarına göre; Yunan işgali yıllarında buraya gelen Yunan komutan buraya zarar vermediği gibi bir de kendi askerleri zarar vermesin diye nöbetçi bırakmıştır. Böyle hareket etmesinin sebebini de köylüye şöyle açıklamıştır.”Buraya gelmeden önce annesi rüyasında Karacaahmet diye birinin mezarını görmüş. Oğluna demiş ki, sen Anadolu’da bir köye gideceksin. Burada Karacaahmet diye birinin kabri var. Sakın oraya zarar verme, duvarına çivi dahi çakma”11 Türk televizyon tarihinin önemli simalarından Uğur Dündar 1979 yılında TRT kanalında yayınlanan programda Karacaahmet Türbesi’ne yer verir. Abartmadan, burada yapılan uygulamayı hem hastalarla, hem köylülerle röportajlar yaparak aktaran Dündar’ın programından sonra köy adeta bir ziyaretçi akınına uğrar. Uzun yıllar sonra 1996 yılında Star TV’de yayınlanan “Teksoy Görevde” isimli programın her bölümünde Türkiye’den farklı yerler, olaylar, gizemler ön plana çıkarılmaktadır. Karacaahmet Türbesi’ndeki uygulama ilginç gelmiş olacak ki sunucu-yapımcı Sadettin Teksoy soluğu Karacaahmet’te alır. Köylülerin ve tekkeyle ilgilenen kişilerin iyi niyetle yardımcı olduğu program yayınlandıktan sonra yine ortalık karışır. Zira Sadettin Teksoy da burayı manevi şifasından ziyade ruh hastalarına eziyet ediliyor şeklinde gündeme getirir. Karacaahmet Türbesi, yüzyıllardır psikiyatri hastalarına kendine has tedavi yöntemleri ile hizmet veriyor. Hasta bir veya birkaç gün türbenin içerisinde kalır. Burada yapılan uygulamada hasta kendi rızasıyla ve-veya yakınının isteğiyle nefis terbiyesi için kısa süreyle toplumdan tecrit edilir, perhiz yaptırılır, hasta kendi nefsiyle ve Mevlasıyla baş başa bırakılır. Hiç kimseye eziyet ve kötü muamele edilmez. Elbette ki şifayı veren Allah’tır. Günümüzde modern tıpla tedavi ülkenin her yerine yayılmış ve herkes için ulaşılabilir bir şekilde hizmet verilmektedir. Bu tür mekânlarda bir manevi arınma, bir nefis muhasebesi yapılacak yerler olarak ziyaret edilmektedir. Bildiğimiz kadarıyla kimse oradan bir geçim sağlama, para kazanma derdinde değildir. Bugün nasıl ki her camimizde bir bağış kutusu bulunuyor, her Cuma namazı çıkışı sonrasında ihtiyaçlar için yardım toplanıyorsa Karacaahmet Türbesi ve Camisi’nde de bundan başka uygulama bildiğimiz kadarıyla yok. Yıllardır ziyaret ederiz hiçbir zaman kimseye kötü muamele yapıldığına şahit olmadık. Önemli bir ziyaret mekânı olduğu için burayı ziyaret edenler, kalanlar köy misafirhanesinde barınıyor. Hatta geçtiğimiz yıllarda Karacaahmet’in manevi havasından etkilenen bir ziyaretçinin buraya Afyonkarahisar’ın bir başka manevi şahsiyeti olan Sultan Divani’nin adını taşıyan, çok güzel bir cami yaptırdığını da biliyoruz. Velhasıl kendi programlarının reytingi için ilimizin bu tür tarihi, manevi mekânlarını karalamaya, istismar etmeye kimsenin hakkı yok. DİPNOT1 Fevzi Kaya ’Karacaahmet Camii ve Türbesi ’ Taşpınar Dergisi sayı 14Haziran 2015 Muharrem Bayar; “Afyonkarahisar’da Yaşamış Büyük Velilerden Karaca Ahmet Sultan”, II. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri,3-4 Mayıs 1991 Afyon, Zafer Matbaası, Afyon 1992, s. 67; Haşim Şahin, Karacaahmet Sultan’ın Orhan Gazi döneminde Üsküdar’a gelerek yerleştiğini ve burada tekke kurarak mürit yetiştirdiğini, Rumeli’deki fetihlere katıldıktan sonra Anadolu’yu dolaştığını ve geniş bir mürit kitlesiyle Afyonkarahisar bölgesine gelerek Karacaahmet’e yerleştiğini söyler. Bakınız Haşim Şahin; “Karaca Ahmed”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 24, İstanbul 2001, s. Mehmet Saffet Devrim; Şu Bizim Belde, Nüve Matbaası, Ankara 1975, s. 71-724 Mehmet Önder, Şehirden Şehire Anadolu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, Ankara 1995, s. Fikri Yazıcıoğlu; Afyonkarahisar Evliyaları ve İlim Adamları, Yıldız Matbaası, Afyon 1969, s. 163-164 Mehmet Gündoğan; Afyon Alimleri ve Evliyaları, II. Baskı, Ziya Ofset Matbaası, 1999, s. 65; Aynı yazar; Mücahit, Evliya, Hekim, Horasan Erlerinden Karacaahmet Sultan, Medrese Kitabevi, Afyon 1998, s. 76 Yazıcıoğlu; Afyonkarahisar Evliyaları, …., s. Evliya Çelebi; Seyahatname, C. IX, Devlet Matbaası, İstanbul 1935, s. 358 Süleyman Gönçer; Afyon İli Tarihi, C. I, Karınca Matbaası, İzmir 1971, s. 359; Turan Akkoyun; Ömer Fevzi Atabek ve Afyon Vilâyeti Tarihçesi, Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayını, Afyon 1997, s. 125-11269 Türbenin şifa verdiğini doktorlarda kabul etti’’ Hürriyet “Karacaahmet Akıl Hastanesi Açılmalıdır’’ Kocatepe Gazetesi 18 Nisan 197511 Süheyl Ünver’in notları Post Views Yaşar Kemal’le Yaratıcılığının Kaynakları Üzerine Erdal Öz Söyleşisi Yaşar Kemal. Şu anda okumakta olduğun bir kitap var mı? — Var. Stendhal okuyorum. Parma Manastırını. Kim bilir kaçıncı okuyuşum bu. — Bu kitabı son okuyuşunda, öbür okuyuşlarından değişik bir şeyler buldun mu? — Her zaman değişik şeyler bulurum Stendhal’de. O benim başucu yazarımdır. Tolstoyun ünlü Savaş ve Barış adlı romanında, Borodino Savaşını anlatırken Stendhal’in Parma Manastırından etkilendiğini, Stendhal’in anlattığı Waterloo Savaşının etkisi altında kaldığını, daha önce de biliyordum. Şimdi bu düşüncem daha da güçlendi. Stendhal’e gelinceye kadar, savaşlar hep korkunç görüntülerle anlatılırdı; gürültüler, patırtılar, göz gözü görmez durumlar içindeki kalabalık savaş alanları olarak. Yani çok geniş boyutlu anlatılırdı savaşlar. Sanki insan savaşın bütün boyutlarını görebilirmiş gibi. Oysa Stendhal’de savaş, satıcı kadınlarla, savaşmaya can atan bir çocukla anlatılıyor. Daha önce anlatılan o geniş boyutlu savaşlar yerine, Stendhal daha gerçek, insanca, savaşı anlatıyor. Stendhal’de savaş, yenilmiş koskoca bir ordu bile, amansız bir yalınlık içinde anlatılır. Bunu ilk kez, dünya edebiyat tarihinde sanırım Stendhal başardı. Tolstoy bile, Savaş ve Barışta anlattığı Borodino Savaşını, Stendhal kadar güzel, Stendhal kadar yalın anlatamadı. Tolstoy; Savaş ve Barışı yazarken, Stendhal’in Parma Manastırına aşağı yukarı öykündüğü anlaşılıyor. Her iki romanda da aşağı yukarı benzer tipleri, benzer kişilikleri görebiliriz. Aynı koşan atlar, aynı başka şeyler. Tabii Tolstoy’da bu daha bir görkemli. Stendhal’de her şey daha yalın. Stendhal, Fransız Edebiyatını doğru yola çekmeye çalışan bir yazar. Flaubert gibi değil o. Flaubert’in bir sözü vardır “Madam Bovary benim” der. Böyle demiş. Çok yanlış bir söz bu. Edebiyat, edebiyat olalı, elbette yazarlar, kendilerini bir süre anlatmışlardır yazdıklarında. Ama bu yazarların kendilerini anlatmalarının hiç mi hiç gereği yok. Yöreyi anlatmak, kendini anlatmaktır asıl. Yani yaşamı anlatmak, kendini anlatmak demektir. Parma Manastırındaki Düşes Sanseverina, hiç de Stendhal değildir. Çünkü Stendhal yaşamıştır o çevreleri, nasıl yaşamışsa. Parma Manastırı, gerçi tarihsel bir romandır, ama Stendhal, kesinlikle yaşamıştır o çevreleri. Düşes Sanseverina’yı ya da ona benzer bir başka düşesi kesinlikle yaşamıştır, ya da ne bileyim, daha bir sürü öyle insanı yaşamıştır. Yani o romanında yaşattığı atmosferi yaşamıştır Stendhal. Anlatabildim mi? Örneğin, her zaman söylerim Helena değildir Homeros. Nataşa değildir Tolstoy. Çünkü epik gelenekte, örneğin bildiğimiz bugünkü destanlarımızda, hiç kimse, hiçbir zaman kendini, kendi kişiliğini anlatmaz. Neyi anlatır? Kendi kişiliğiyle birlikte, yöreyi anlatır, yaşamı anlatır. Epik gelenek budur. Her insanın bir yaşamı, yaşam karşısında bir tanıklığı var. Hani ilkel bir söz vardır “Her insanın yaşamı bir romandır” diye. Hayır. Her insanın yaşamı roman değildir. Roman, bir yaşamdır. Roman, bir atmosferdir. Roman, yeni, yepyeni bir dünya kurmaktır. Bu düş dünyasıyla birlikte bir gerçeklik dünyası kurmaktır, yaratmaktır roman. — Bir roman gerçekliği. — Yepyeni bir gerçeklik. Yepyeni bir dünya. Üstelik, gerçekten dünyamıza benzer bir dünya değilse bile. Kendine özgü bir dünya kurmaktır roman. Bu yaratılan yeni dünyada, insan gerçekliği kesinlikle olacaktır. Büyük destanlarda bu hep böyle olmuş. Homerosta olmuş, Stendhal’de olmuş, Tolstoyda olmuş, Cervantes’te olmuş. Bak işte Cervantes de Don Kişot değildir. Cervantes, Don Kişotun yaşamını, atmosferini, o çağlarda, kendine geldiği gibi, kendince algıladığı gibi yaşamış bir insandır. O büyük bozgunu yaşamış bir insandır. Şövalyelik döneminin bitişini, şövalyeliğin artık bir alay konusu haline gelişini, o yabancılaşmayı yaşamış bir insandır Cervantes. Onun için ne Cervantes’in o yarattığı Don Kişot olmaya gereksinmesi var, ne de Stendhal’in, o yarattığı Düşes Sanseverina olmaya gereksinmesi var. Yaşamak ve yaratmak. Yani yaşadığını yaratmak, özlediğini yaratmak, duyduğunu yaratmak, kanına işleyeni yaratmak. Bütün bunlar, yaratmanın içindedir. Yani epopenin, ille de birisi olmaya gereksinmesi yok. Çünkü o yaratandır, o yöreyi yaratandır, o insan gerçeğine varandır, o doğa gerçeğine varandır. Onun için Flaubert’in “Madam Bovary benim” demesi, garip geliyor bana. Bir yanlışlıkmış gibi geliyor. Sanatçılar, yarattıklarına, kendi yaşamlarını, kendi yaşamlarından birtakım şeyleri elbette katarlar, ama kendi yaşamlarını yazmazlar. Yeniden bir şeyler yaratırlar, bir dünya yaratırlar. İşte Stendhal’i bu bakımdan çok önemli buluyorum. Benim bir alışkanlığım var Yeni bir roman yazmaya başlamadan önce, Stendhal’i bir kere okur bitiririm. Parma Manastırını, Kızıl ile Karayı. Bir de Nâzım Hikmeti okurum. Bir romana başlamadan, bu ikisinin etkisinde kalayım isterim. Nâzım, müthiş bir Türkçe kullanır. Bu, müthiş sağlam bir roman mimarisi verir Stendhal’in roman anlayışıyla birleşince. Benim anlayışıma en yakın insan Stendhal’dir. Anlattığı karakterler, tipler de benim romancı kişiliğime en yakın olanlardır. Stendhal’in yarattığı bütün kişiler, toplumun çok aşağı katlarından gelip hırsla üst katlara, yukarılara gidenlerdir. Kızıl ile Karadaki kahramanı Julien Sorel’den tut, Parma Manastırındaki kahramanı Fabrice del Dongo’ya kadar. Bütün bunlar ihtiraslı, büyük tutkuları olan kişilerdir. Stendhal’in kendisi de belki böyle bir taşra adamıydı. Yani, toplumun en alt tabakalarından gelip, tepeye kadar yükselmeye tutkulu kişiler… Çağımızda da görüyoruz bu insanları. Stendhal’in kişileri, bir bakıma o kapitalist müthiş tutkunun önderleri sayılabilir. Ve bir de tabii başka bir tutku var karşımızda Dünyayı değiştirmeye çalışan insanların o büyük tutkusu. — Yani yalnızca bir sınıf özlemi değil. — Değil. — Dünyayı da değiştirme özlemi, tutkusu. — Dünyayı değiştirme özlemi de bir müthiş tutkudur. Stendhal’in kişilerinde, kendini değiştirme tutkusu da, dünyayı değiştirme tutkusu da çok iyi işlenmiştir. Stendhal, o sonsuz tutkulu adamları çok iyi işlemiştir. — Stendhal, Fransız toplumunda, bir geçiş döneminin yazarlarından biri, öyle değil mi? — Öyle. En büyüğü hem de. — Peki, Stendhal, kendinden önceki birikimi, büyük kültür birikimini, kendinde nasıl özümlüyor, dünyayı değiştirmek konusunda bu birikimi nasıl kullanıyor sence? Bu konudaki çabası ne oluyor? — Stendhal’in, öyle dünyayı değiştirmek gibi, sanırım, bir derdi yok. Üstelik de Napolyon hayranı. Ama bak, Napolyon, dünyayı değiştirme tutkusu içinde bir insan. Stendhal de Napolyon’a hayran. Aslında, Stendhal’in romanlarındaki bütün tipler kişiler de Napolyon’a hayrandır. Julien Sorel de, Fabrice del Dongo da. — Çünkü Stendhal, Napolyon’a hayran. — Hem de nasıl! Gerçi, Stendhal, kendi düşüncelerini, görüşlerini romanlarına katıyor, ama, bütün bunlara karşın Stendhal, hiçbir zaman Julien Sorel değildir, Fabrice del Dongo değildir, olmamıştır. Gereksinmesi yok buna. O kadar müthiş, öylesine büyük bir başarıyla yaratıyor ki bu kişilerini, bu insanlarını, kendinden daha gerçek kılıyor onları, daha gerçek yaratıyor. — Yani Stendhal kendini anlatsaydı, bu kadar gerçek kişiler yaratamazdı diyorsun? — Bir romancının, bir sanatçının, epopecinin, yani destancının yarattığı insan, kendinden daha gerçektir. Benim kanım bu. Yani büyük sanatçıların hepsinin, kendi kişiliklerinden daha gerçek kişiler yaratmış olduğuna inanıyorum. Al Tolstoyun kişilerini ele, al Stendhal’in kişilerini, bir gerçek insandan gerçektirler. Hele Gogolün kişileri, gerçeğin de gerçeğidirler. Roman bunun için önemli. Örneğin Faulkner’daki doğa, bizim gördüğümüz, bildiğimiz, algıladığımız doğadan daha gerçek bir doğadır. Buradan giderek bir yere varabiliyoruz sanırım. — Konuyu bizim romancılığımıza bağlayabilir misin? — Bizim romanımızı, kendi epik geleneğimize bağlarsak, bağlayabilirsek, büyük bir atılım yapabiliriz romanda. — Kendi kaynaklarımıza dönmek mi? Dünya romanından önce, kendi kaynaklarımızdan yola çıkmayı mı öneriyorsun? — Dünya romanı elimizde önemli bir koz. Dünya romanından öğreneceğimiz pek çok şey var. Hiçbir zaman, Rus edebiyatını, Rus romanını bilmeden Türkiyede romancı olmak kolay değil. Ama, bizim Köroğlu destanımız nedir, nasıl anlatılmış? Köroğlu destanını bilmeden, onun büyük gerçeğine varmadan da Türkiyede bir romancı olmak, olanaksız. Yani birtakım koşulları var romancı olmanın. — Köroğlu geleneğini anlatır mısın biraz? Çünkü senin romancılığında Köroğlu destanının çok önemli bir yeri olduğunu sık sık söylersin. — Köroğlu diyorsam… — Yani yalnızca Köroğlu değil tabii. Ülkemizdeki büyük halk kültürünü, halk birikimini söylemek istedim. — Halk birikimini. Şimdi bak, ben, folkloru, yaşayan bir şey olarak kabul ediyorum. Folkloru, ölü bir araç gereç yığını olarak görmüyorum. Gerçek folklorcular da bilir bunu. Her zaman, halkın içinden sanatçılar çıkacaktır. Halk, anonim yaratmasına devam edecektir. Buna da inanıyorum. Folklorcular buna tanık olmuşlardır. Halklar her çağda, her yerde, her zaman yaratırlar. Eğer yozlaşmamışlarsa. Örneğin bir İsveçte, radyo, sinema, televizyon, halkın kendi yaratısının yerini alamıyor. Bütün bu modern araçlarla birlikte, halk yine de fıkralarını, türkülerini, hikayelerini, destanlarını, masallarını yaratıyor, üretiyor. En modern toplumlardan biri olarak gösterilen İngilterede, Fransada da böyle bu. Çok az belki, ama yine de üretiyor halklar, yaratıyorlar. Gerçi biz yaşarken bunun örneklerini pek az görüyoruz. Sürüp gelen bir birikimin sürüp gidişidir bu. Yüz yıl sonra bu bizim çağımızdan neler kalmış, onu yüz yıl sonranın insanları elle tutabilecekler, halkın o güne kadar neler yarattığını. Bir de şunu söylemek isterim Bizim ülkemizin insanları, daha okur yazar bile olamadılar. Televizyon geleli pek az zaman oldu. Radyo bütün evlere daha yeni girmeye başladı. Batıdan çok değişik bir dönemdeyiz. Folklorik öğeler, halkın yaratması, bir gereksinmedir. Yaratmak bir gereksinmedir çünkü. Sanat, insanın kanındadır. Sanat, insandan ayrı bir şey değildir. Sanatsız insan olmaz. Onun için halklar kesinlikle yaratırlar, yaratmalarını sürdürürler. Halklar varsa dünyada, halkların yarattığı sanat eserleri de var olacaktır. Bizde bu alan çok zengin. Nasrettin Hoca da var, Karacaoğlan da var, Pir Sultan da, Köroğlu da, Homeros da, Manas Destanı da var, var oğlu var. Bizim Anadoluda, bu büyük gereksinmeyi gidermek için, bugün de yüzlerce şair, Anadoluda dolaşır durur, destanlar anlatırlar. Örneğin gez dolaş Anadoluyu, Homeros’tan parçalara rastlarsın. Nereden geliyor bu? Bizim masallarımızın içinde Hint masallarını da bulursun, Arap masallarını, Binbir Gece Masallarını, bugün Anadoluda toplayabilirsin. Hatta Gılgamış Destanından birtakım parçalara rastlarsın bugün Anadoluda. Bu destanlar, masallar, sözle anlatılır, alabildiğine gelişmiş bir dille anlatılır ve çok güzel anlatılır. Dil öylesine nüanslıdır ki, şaşar kalırsın. Ve halk, sürekli olarak dilini yaratır. O çağın gereksinmesine göre yaratır. Şu anda Anadoluda hiç bilmediğimiz sözcükler üretilmiştir, üretilmektedir. Örneğin makina üstüne sözcükler üretilmiştir Anadoluda. Oysa makina Türkiyeye yeni girdi. Radyo üstüne yepyeni sözcükler üretilmiştir. Şaşarsın duysan. Örneğin traktör üstüne, traktörün parçaları üstüne, yeni yepyeni sözcükler. Traktörün çalışması üstüne yüzlerce üretilmiş sözcükle karşılaşırsın. Masal vardır traktör üstüne, doğmuştur, türküler doğmuştur. Şimdi sana şurada o türkülerden birkaçını çalıp dinletebilirim. “Makina makina kanlı makina” diye bir yeni türküyü şimdi okuyabilirim sana istersen. Yani, halk, sürekli yaratıyor. Köroğlundan, masallardan ben boyuna söz ediyorsam elbette onlar benim anlatış kültürüm olmuşlardır da ondan. Halkın konuştuğu da benim temel kültürlerimden biridir. Halkımızın konuştuğu dil. Nüans ondadır. O her gün bir şey yaratır. İnsanın yaşamı, yaratmadır zaten. Eğer insan yozlaşmamışsa tabii. Konuşurken, bir olayı anlatırken halk her an yaratır. Bir olayı beş ayrı kişiden dinlediğimiz zaman, aynı anda gördükleri, yaşadıkları olayı beş insan ayrı ayrı anlatır. Çünkü anlatım bir yaratımdır. Benim temelimi bağladığım yaratma budur. Ben de kendimce yaratıyorum. Ama öyle bir kültür ortamından, öyle bir kültür denizinden, kendimize özgü o müthiş Anadolu kültürünün denizinden faydalanıyorum ki bu yaratmada. Kendimi ben Anadoluyla oluşturdum diyebilirim. Kendi dilimi oluştururken, Anadoluyla oluşturdum kendimi. — Köroğlu’na bağlarsak bu konuyu… — Ha, şimdi, Köroğlu nasıl anlatıyor? Buna baktım. Bana bir kolaylık sağladı bu. Ben kendi konularımı anlatırken, elbette Köroğlunun anlattıklarını anlatmıyorum. Köroğlunda anlatılanı elbette anlatmıyorum. Atı anlattığım zaman bile. — Atı ne kadar çok anlatmışsındır. — Köroğlunda da en çok anlatılan öğe attır. Köroğlu destanı baştan sona at öğesiyle doludur. Şimdi ben, atı anlatmaya başlayınca, hiçbir zaman Köroğlu gibi anlatmıyorum. Ama benim oluşmamda Köroğlu destanının yeri büyüktür. Bir yere geldim elbette. Bir yazar, bir sanatçı bir olgunluğa geliyor, bir anlatım biçimine ulaşıyor. Ama ben atı anlatırken, benim oluşmamda, o anlatım biçimine erişmemde, Köroğlunun birinci rolü oynadığını biliyorum. — Sanırım, atı anlatırken, Köroğlu’nun atı nasıl anlattığını da bilerek yola çıkıyorsun. Yani Köroğlu anlatımını bilensin artık sen. — Köroğlunun anlatımıyla hiçbir ilgim yok. İnsanın kendini oluşturması söz konusu burada. Bir insan, bir kültürle oluşturuyor kendisini. Benim atı anlatışımda, Köroğlu temeli, elbette birinci yeri alıyor. Ama ben Tolstoyun Anna Kareninasında anlatılan atlardan da faydalanıyorum. Tolstoy’un at anlatımını da biliyorum yani. Stendhal, Parma Manastırında atları nasıl anlatmış, bunu da biliyorum, Köroğlu asıl temelim, ama o konuda dünyadaki deneyleri de bilmeye çalışıyorum. Fabrice del Dongo’nun savaştaki beygiri, Borodino Savaşındaki atlar, beygirler, Anna Kareninadaki atlar. Tolstoy çok güzel anlatır orada atları. Yani bir sürü at birikimi. Sonra atçıların at anlatması. Çukurovada eski Türkmenlerin at anlatmaları. Bütün bunlar benim oluşmamı, at konusunda oluşmamı sağlıyor. Ben bütün bunları kendi içimde yoğuruyor ve at görüşümü belirlemiş oluyorum. O zaman işte, sanıyorum ki zengin bir anlatım ortaya çıkıyor. Bu gelişimi başka konulara da yönlendirebiliriz doğaya da, sulara, ağaçlara, kuşlara, otlara, çiçeklere, insanlara da. Evet, bir insan anlatımı da var. Çok önemli. İnsanı Köroğlu anlatıyor, bizim masallarımız anlatıyor, halkımız türlü biçimlerde anlatıyor. Ama Tolstoy da anlatıyor, Stendhal de, Albert Camus de anlatıyor. Çağımızdaki bu insan anlayışlarını, Anadolu kökenli bir sanatçı, kendi kültür birikiminin insan anlayışlarıyla birleştirince ortaya değişik bir insan anlayışı çıkıyor. Kendi kökeni. Bir de dünya kültürü. Bunlarla oluşmuş bir insan çıkıyor ortaya. Kendine özgü bir adam tipi, bir sanatçı tipi çıkıyor. — Bir de İstanbul var. Apayrı bir olgu. Anadolu kökenli sanatçıların yanında bir de İstanbul kökenli sanatçılarımız var. — Yok. Bugün İstanbul’dan yapıt çıkmıyor. İstanbullu yazarların dilleri yok. Dil olmayınca kültür de olmaz. Bizim kültürümüz, halk içinde oluşmuş, yüzyıllar boyu türlü uygarlıklarla gelişmiş, çok zengin bir kültürdür. Dilimiz de öyle. Bugünkü İstanbul Türkçesiyle roman yazılamaz. Şiir yazılamaz. Hiçbir şey yazılamaz. Üç yüz beş yüz sözcüklük bir dildir İstanbul Türkçesi. Osmanlıca da öyle. Yaşamın dışında kalmış, donmuş bir dil. Tıpkı İstanbul Türkçesi gibi. İstanbul diliyle yazılabilseydi, en iyisini Nâzım yazardı. Nâzım Hikmet, yıllarca hapislerde yatmasa, o zengin Anadolu kültürüyle, Anadolu Türkçesiyle buluşmasa, Nâzım Hikmet olamazdı. Yunustan, Karacaoğlandan, Pir Sultan Abdaldan, Dadaloğlundan, Veysele kadar uzanıp gelen sonsuz zengin o Anadolu Türkçesini oluşturduktan sonra Nâzım, o büyük şiirini oluşturdu. — Nâzım konusuna daha sonra geleceğiz. Onu ayrıca konuşalım. — Yok, kentten daha uzun süre roman çıkmaz sanıyorum. Çıkarsa yine Anadoludan çıkar. Abidin Dino ile şakalaşırdık Her İstanbullu yazarı bizim Çukurovadaki Çardak köyünde hiç olmazsa bir yıl kalmaya mahkum etmeli, Türkçesini, roman Türkçesini edinsin zavallılar, derdik. — Sen sürekli olarak Çukurova’yı yazdın. — Yazdım. İnsanoğlu bir koşullar topluluğu içinde doğar büyür ölür. İnsanları koşullar var eder. Ben bir Marksistim. Marksist düşünmeye çalışan biriyim. Marksist felsefe de bunu böyle söyler İnsanoğlu gökten düşmez. İnsanı koşullardan soyutlayamayız. Bana sordular bir yerde, “Niye sürekli olarak Çukurovayı yazıyorsun?” dediler. Amerikada, bir konferansta sordular. Ben Çukurovada doğdum büyüdüm. Çukurovada yaşadım. Bütün yaşamım oralarda geçti. Şu anda İstanbuldayım, İstanbulda yazıyorum. Tam yirmi beş yıldır İstanbulda yaşıyorum, İstanbulda yazıyorum. Orada dedim ki “Çukurovayı yalnızca ben yazmıyorum ki,” dedim. “Tolstoy da Çukurovayı yazdı, Cervantes de Çukurovayı yazdı, Stendhal de Çukurovayı yazdı. Dünyada ne kadar soylu yazar, soylu sanatçı varsa, hepsi Çukurovalıdır,” dedim. Çünkü kendi koşullarından soyutlanmış bir insan, sanatçı olamaz. Soyut bir sanatçı yoktur. Soyut bir insan düşünülemez. Her insan gibi, her sanatçı da koşullarla oluşmuştur. — Yani, o büyük sanatçıların hepsi kendi Çukurovalarını anlatmışlardır, demek istiyorsun. — Hepsi yereldir. Yerel olmayan bir tek büyük sanatçı bulamazsın. O konuşmamda, daha da ileri giderek, “En yerel sanatçı da Kafka’dır,” dedim. Kafka’nın yazdıklarını okuduğun zaman onun karşısında dünyanın karanlık bir duvar olduğunu görürsün. Umutsuzluktur onun türküsü. Böyle bir umutsuzluk türküsü söyleyebilmesi için, önce o insanın yaşamına bakmak gerek. Kafka’nın yaşamı çok ilginç. Bütün soylu yazarların yaşamları ilginçtir. Dünyayı yaşamaları. Bu ilginçlikleri, kendilerini anlatmaları için olmuyor, asıl insan soyunu anlatmak için, doğayı anlatmak için. Flaubert, “Ben Madam Bovary’yim,” diyor da “ben ağacım,” diyemiyor. Olmaz öyle şey çünkü. İnsan dünyadır zaten. İnsan, büyük algıların toplamıdır. Birikimidir. Onun için, dünyayı, başka biri olmadan, ağaç olmadan da anlatabilir. Flaubert gibi “Madam Bovary” olmadan da anlatabilir. Ve büyük sanatçıların hemen hepsi, zamanlarından bugünümüze kadar, anlattıklarını, başka biri olmadan anlatmışlar. Dünyayı anlatmışlar, başkalarını anlatmışlar. Ağacı anlatmışlar. Suyu anlatmışlar. Gerek yok kendilerini anlatmaya. Yani ne olur, kendilerini de anlatsınlar. Ben buna da karşı değilim. Bana ne? Ama salt “Ben Madam Bovary’yim” demek çok yanlış bir şey. Bizim bugünkü sanatımızın yanlışlığı da Fransızların Flaubert çizgisinden gelen yanlışlığı gibi. Çünkü bizim çoğu sanatçımız, Fransız kökenli sanatçılardır sanki. Günümüze gelene kadar, sanatçılarımızın pek çoğu, ışıklarını Fransadan almışlardır. Ben Fransız edebiyatını okumasınlar, bilmesinler demiyorum. İşte benim elimden yaşamım boyunca düşmeyecek olan kitap, bir Fransız yazarının, Stendhal’in. Ama onlara öykünmesinler. Bütünüyle öykünmüşler. Öykünmeyenler ise hep küçümsemişler. Bir genç şairimiz, “Nefret ediyorum şu folklordan,” demişti. Yazmıştı bunu. Ne demek “nefret ediyorum şu folklordan?” Müthiş küçümsüyordu folkloru. Örneğin bir Karacaoğlanı, bir Yunus Emreyi küçümsüyordu. Olmaz böyle şey. Hikayecilerimizden biri de, geçen yıl, “Ben Beethoven hayranıyım, halk türkülerimizden nefret ediyorum,” demişti. Ne demek bu? Beethoven folklordan nefret etmemiş, ondan faydalanmış. Beethoven’in temeli folklor. Bütün büyük sanatçıların temeli. Türküsü, destanı, masalıyla, bütün çağlar boyunca en büyük kaynak o olmuş. Yani halkın, toplumun yarattığı olmuş en büyük kaynak. Ondan kopuk bir sanat olmuyor. Yok bunun örneği. Bir tane adam çıkmamış. Beethoven’i aldığın zaman, altında, o büyük dehanın altında, hep halk müziğinin, halk temalarının izlerini buluyorsun. Elbet kendisi de temalar yaratmış. Ama altını deştiğin zaman halk birikimi çıkıyor karşına. Bach da öyle. Shakespeare’i al. Ortaya koyduğu bütün yapıtlar, hep halkın yarattıklarından yola çıkılmış şeylerdir. Hamleti Shakespeare’den önce de yazmışlar, sonra da. Boyuna yazmışlar. Ama en güzelini Shakespeare yazmış. Makbeth de öyle. Hep eski masallardan, eski efsanelerden alınma şeyler bunlar. Fausttan tut, bilmem kime kadar, çoğunlukla böyle bu. Şimdi bu kesin bir örnekleme değil. İnsan elbet konular da yaratır. Bir sürü insan da çıkmış, bir sürü yepyeni konular yaratmış. Bir kural koymuyorum. Ama halkın yarattıklarına başvurmak, bir kolaylıktır diyorum. Daha bir insancalık sağlanıyor. Daha geniş bir tutarlılık sağlanıyor. Bizim yazarlarımıza bunu güç anlatırız. Bizim edebiyatımız, kendinin dışında bir edebiyat olmuş. Daha çok da bir öykünme edebiyatı olmuş. Biz kendi kültürümüzle, halk kültürümüzle hiçbir zaman birlikte olmamışız. — Peki ya Nâzım Hikmet? — Anadoludan kaynaklanarak, bizim ilk büyük şiirimizi, ilk büyük sanatımızı yaratan Nâzım Hikmet olmuştur. Biraz Nâzım Hikmet için konuşalım. — Tam sırası. — Nâzım Hikmet, dedesi Mevlevi olan bir aileden geliyor, bir Osmanlı ailesinden. Nedir Mevlevi? Mevlana, tutmuş Farsça yazmış şiirlerini. Bir yol kurmuş, bir tarikat. Mevlevi, o yolun, o tarikatın adamı demek. Nâzımın dedesi de bu adamlardan biri. Şiir yazıyor. O tarikat felsefesinin içinde yazıyor. Nâzım, bu dinsel, mistik felsefenin içinde, bu atmosferin içinde yetişiyor. Bir Osmanlı paşasının oğlu olduğu için de, ister istemez, bütün Osmanlıların üstün tabakası gibi Fransızca da öğreniyor, dadılarından. Ne kadar Osmanlıysa, ondan da çok Fransız oluyor. Biraz Arapça öğreniyor, biraz Farsça öğreniyor. Osmanlıca bunların birikimidir. İki kültürün de, Fars kültürünün de, Arap kültürünün de etkisinde kalmış bir saray kültürü oluyor Osmanlı kültürü. Bir karışım. Kurtuluş Savaşımızın çıktığı sırada Nâzım, Sovyetler Birliğine gidiyor. Orada, büyük devrimin en yalımlı çağına yetişiyor. Sosyalizm dedikleri o şeyi de orada okulunda öğreniyor. Ve şiirler yazmaya başlıyor. O dönemin devrimci şairlerinin etkisinde kalıyor. Nâzımın ilk şiirleri de, Sovyetler Birliğinde yazdığı şiirler de, çok orta şiirler. Bugünkü Nâzım dehasının kıvılcımlarını göremiyoruz o şiirlerde. O dönemde en ünlü şiirleri Bahri Hazer, Salkım Söğüt. Bunlar bile Nâzımın dehasının kıvılcımlarını taşımaz. Nâzım o günlerde ölseydi, o şiirlerde onun şiirinin kıvılcımlarını göremezdik. Nâzım, Türkiyeye dönünce, bir şairler topluluğunun içine giriyor, Beş Hececilerle arkadaş oluyor. Onlarla birlikte şiirler yazıyor. Hececiler, ölçülü uyaklı şiir yazıyorlar. Nâzım uyaksız yazıyor. Nâzımın onlardan bir üstünlüğü yok. Örneğin, “Doğar aç midelerden nurtopu ihtilaller” diye yazıyor Faruk Nafiz. Nâzım da aşağı yukarı aynı kalitede şiirler söylüyor. Bir adım ileri gitmiyor. Belki onlardan birazcık daha iyi. — Çok daha devrimci. — Devrimci. Devrimden yana. Ama Nâzım orada, orta bir şair. Nâzım, daha önce ihtilali görmüştü. Orada bir oluşum oluyor tabii. Nâzım, Sovyetler Birliğindeyken Mayakovskiyle tanışıyor. Puşkinin ne yaptığının biraz farkına varıyor, belki de Puşkini okutuyorlar orada. Bunu konuşmuştum kendisiyle. “Puşkini tanıyor muydun?” dedim. “Elbette,’” dedi. Birkaç şiirini, Rus edebiyatında neler yaptığını az da olsa öğrenmiş. Tam bu sırada Türkiyeye geliyor, bir süre sonra da hapse giriyor. Birkaç yıl yatıyor hapiste. Şimdi ne oluyor Nâzım? Fransız kültürü, Fars kültürü, Arap kültürü, bir de devrimde oluşan yeni bir kültür. Ancak, Nâzımın büyük bir eksiği var Nâzım hala kendi halkının adamı değil. — İstanbul adamı. — İstanbul, bize şair, sanatçı vermemiş, yüz elli iki yüz yıldır. Tevfik Fikret var. Yahya Kemal var. Kötülemek istemiyorum Tevfik Fikret gibi bir adamı. Ama bunların hiçbirine büyük şair diyemeyiz. Orta karar şairler. İşte o çizgideyken Nâzım hapse girince, halkla karşılaşıyor, halkın kültürüyle, konuşulan kültürle, türkülerle, efsanelerle, destanlarla. Nâzımın o iki yıllık hapsinden sonra, müthiş bir şey çıkıyor ortaya; o büyük birikim, bir anda patlayıveriyor. Halk aşısı almıştır Nâzım. Buna aşı demeliyiz. Nâzım halk aşısını alınca ortaya Şeyh Bedreddin Destanı çıkıyor. Bununla da kalmıyor bizim aslanlar, Nâzımı yıllar boyu sürecek hapse mahkum ediyorlar. Nâzım, Çorumdan tut, Sinoptan tut, Bursaya kadar Anadolu halkının içine, göbeğine düşüyor. Ve orada Nâzım, büyük destanını yaratıyor. Ben, Nâzım için her zaman söylerim O, Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu geleneğinin son büyük halkasıdır. Nedir Karacaoğlan? Halkının arasındadır. Nedir Pir Sultan Abdal? Kendi halkının arasında, kendi ideolojisinin doğrultusundadır. Nedir Dadaloğlu? Kendi başkaldıran halkının arasındadır. Bu ozanlar, şiirlerini, türkülerini oluşturmuşlar. Yunus Emre nedir? Kendi ideolojisinin içinde, kendi tekke çevresinin arasındadır. Bunlar, o büyük kitlelerin her şeyidirler. Örneğin bir Dadaloğlu, o ayağa kalkmış büyük Türkmen kütlesinin her şeyidir, her gereksinmesidir. Kültürüdür, türküsüdür, bilgisidir, özlemidir, sesidir. Nâzım Hikmet de tıpkı öyle; Anadolu hapisanelerinde, bilinçli ya da bilinçsiz, birdenbire, toplumumuzun, halkımızın her şeyi oluverir. Büyük halk aşısını alıyor Nâzım. Halkının içinde halkla birlikte oluşturuyor şiirini. Böyle olunca da karşımıza bir dahi çıkıyor. — Nâzım, halkın dehasıyla buluşuyor. — Evet. Halk aşısını alıyor, halkın dehasıyla buluşuyor, birleşiyor. — Özellikle de halkın diliyle. — Tabii canım! Örneğin Nâzımda bir söz var “Tilkiler bakır sıçacak bu kış,” diyor. Bizim Çukurovada böyle bir deyim yok. Yani, bu kış öylesine soğuk olacak ki, tilkiler bakır sıçacak. Bu söz Orta Anadolu sözüdür. İstanbulda kalsaydı Nâzım da bilemezdi bunu. — Müthiş ekonomik bir deyim. En az sözcükle, en somut imge yaratma örneklerinden biri bu. — Hem de nasıl. Soğuğun korkunçluğunu bu kadar kesin anlatan bir başka deyim var mıdır bilemem. Bin yıllık bir halk deneyinin soğuğu anlatışıdır bu söz. Bu, Karacaoğlan kültürüdür, Yunus Emre kültürüdür. Bence, bizim bugünkü gerçek büyük edebiyatımız Nâzım Hikmetle başlar. Nâzım Hikmetin İstanbuldan çıkıp, Dadaloğlu halkasına bir yeni büyük halka eklemesiyle başlar. Çünkü son büyük halk şairimiz Dadaloğludur. Nâzım, işte bu son halkaya takılmış yeni bir halkadır. — Peki Nâzım Hikmet’ten sonra? — Cumhuriyet sonrasında, Anadoludan birtakım yeni insanlar çıkar. Köy Enstitülerinden, köylülerden, okur yazarlardan yeni adamlar çıkar. Bunların çoğunluğu, ister istemez sosyalist olur. Çünkü Anadolunun fakir halkının içinden çıkmıştır bunlar. — Çelişkileri görürler. — Görürler. Kendilerine, yörelerine bağlıdırlar. Kendi yörelerine, halklarına, ülkelerine, dillerine bağlı kalırlar, halkla birlikte olurlar. Buna zorunludurlar. Romancılar, hikayeciler, şairler çıkar. Örneğin bir Ahmed Arif çıkar Diyarbakırdan. Müthiş bir kültür birikiminin sonucudur bu. Nâzımdan sonra, Nâzıma yeni bir halkadır Ahmed Arif. Yepyeni. Ancak, Ahmed Arif, daha çeşitli kültürlerden gelir. Onun çıktığı yörede değişik kültürler vardır. Mezopotamyadan gelen bir Arap kültürü. Bunların hepsi birleşir Ahmed Arifte. Ahmedin sesi, çok zengin bir sestir, şiirinin sesi. Ben bu Arap epopelerini, Kürt epopelerini, Türk destanlarını bildiğim için Ahmed Arifteki bu zenginliği çok iyi anlıyorum. Ahmed Arif, bütün bir Anadolu seslerinin karmaşasıdır. Ahmed Arifin büyüklüğü buradan gelir Nâzıma yeni bir halka oluşu. Türkiyedeki bütün öbür şairlerden daha usta, daha kişisel bir sese varışı bundandır. Büyük halk kitlelerine daha yakın oluşu, halkları daha içten, daha yürekten yaşayışındandır. Yani, gerekli mi halkları anlamak? Evet. Yirminci yüzyılda halklar dört milyar. Dört milyar insan yaşıyor yeryüzünde. Elbette bunun yanında burjuvalar da var dünyamızın üstünde. Halkların kültürleri bu burjuvaların yanında çok daha sağlam, çok daha yaratıcı. Elbette burjuva kültürünü de çok iyi bilmek zorundayız. Elbette ondan da yararlanmak zorundayız. Ama kendi kökenimize, kendi halklarımıza ne kadar bağlı kalırsak, o kadar zenginleşiyoruz. Bu da bir gerçek. Ahmed Arif, elbette, Türkiyedeki bütün öbür şairler kadar burjuva kültürünü bilir. Yani hepsi kadar o şiiri bilir. Dünya şiirini de bizim öbür şairler ne kadar biliyorsa, Ahmed Arif de üç aşağı beş yukarı onlar kadar bilir. Nâzım Hikmet, daha çok bilirdi. Ancak Ahmed Arifin başka bir üstünlüğü var Yüzde yüz halk kitlesinin içindedir Ahmed Arif. Diyarbakırı gördün mü bilmem. Diyarbakırı görünce Ahmed Arifi anlamak daha kolaylaşıyor. O korkunç surlarıyla, türküleriyle, hapisanesiyle, sıcağıyla, soğuğuyla, o her yönden esen halk kültürüyle. Kolay iş değil Ahmed Arif gibi bir şairin çağımızda yetişmesi. Diyarbakır, bütün kültürlerin buluşma yeridir, kavşağıdır, bileşimidir. Ahmed Arif işte böyle bir kavşaktan çıkıyor. Orhan Kemalin de Adanadan çıkması gibi. Çukurova çok önemli bir yerdir. Büyük Türkmen yığınağıdır Çukurova. Hanomag fabrikasının ürettiği elli yedinci traktörün girdiği yer de Çukurovadır. Bin sekiz yüzlerden sonra. Üstelik Türkiyenin endüstrileşmesinin simgesidir Çukurova. Hem böyle oluşu, hem de çok diri bir Türkmen kültürü Orhan Kemal gibi bir yaratıcının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Nedir Karacaoğlan, Dadaloğlu, Kul Abdurrahman? Çukurovalı şairleri söylüyorum. Nedir Gavurdağlı Aşık Hacı? Daha başka yüzlerce halk ozanı, yüzlerce destan anlatıcısı? Orhan Kemalle birlikte Adana sokaklarında dolaşırken, bir sürü şair görürdük, yol kıyılarına oturmuş saz çalan, parklarda saz çalan. Bizim gençliğimiz böyle geçti Orhanla. Yanlış da deseler, doğru da deseler, aldırmam, bizim bugünkü Türkiyemizin gerçeği, halklarımızın gerçeği budur. Bizim büyük sanatçılarımızın hepsi, büyük geleneksel Anadolu edebiyatının birer halkasıdır, derim. Nâzım, Dadaloğlundan sonraki halkadır. Nâzımdan sonraki halkalar Ahmed Ariftir, Orhan Kemaldir, Fakir Baykurttur. Bizim edebiyatımız, kökeni olan bir edebiyattır, kendi kökeni üzerine oluşmuştur. — Öbür edebiyatlar için de aynı şey söylenemez mi? — Her edebiyat aşağı yukarı böyledir. Öykünme bir edebiyat değilse tabii. Örneğin Fransız edebiyatı, eski Latinden, eski Grekten gelmedir, kökeni oralardadır. Ama kendine özgü bir edebiyat doğmuştur Fransada. Bir Stendhal doğmuştur. Stendhal’in kökenini araştırırsan, Homerosu bulursun. Hem de gerçek Homerosu, sahici Homerosu. Sahici destan anlayışını bulursun. Stendhal diyor ki “Ben arzuhalci gibi yazıyorum,” diyor. Stendhal’in dışındaki batılılar yanlış anlamışlardır Homerosu. Homerosun yazdıklarını, büyük kahramanlık destanı falan sanmışlardır; böyle büyük sesli, gov gov gov, palavra bir edebiyat sanmışlardır. Oysa Homeros, kahvede oturur gibi anlatır. Bilenlerin bana anlattıklarına göre, Shakespeare de kahvede konuşur gibi söylermiş sözlerini. Epope geleneği budur. Stendhal bunu sezmiş biridir. Arzuhalci gibi yazışı bundandır. Yazdıkları gerçek epopedir. Ben, Stendhal’i, ilk kez yirmi, yirmi iki yaşlarındayken, gençliğimde tanıdım. Bilinçsiz olarak. Müthiş hayran olduğum tek adam Stendhal oldu. Niye? Hiç bilmiyorum. Çünkü onun anlatış biçimi, benim kökenime çok yakın. Benim halkım da kahvede oturur, anlatır Köroğlu destanını. Kahvede oturulur gibi anlatılır bizde Köroğlu. Yani, “Benim buğday bu yıl çok iyi verdi. Ekinime dolu vurdu. Yoldan gelirken karşıma Ahmet çıktı,” gibi anlatılır. Büyük epopelerin kökeninde bu anlatım biçimi vardır. “Ekinime dolu vurdu. Sel götürdü. Yağmur yağdı, ıslandım” der gibi. Epik anlatış budur. Stendhal’in Fransız edebiyatında ulaştığı gerçeklik de budur. Eğer Fransız edebiyatı, Stendhal’in açtığı bu yolu tıkamasaydı, bugün dünyamızın edebiyatı bambaşka olurdu. Benim kanım bu. Onun için bizim şansımız oluyor, yeni edebiyatımız oluşurken, halkımızın kültüründen gelen sanatçılar, bilinçli sanatçılar çıkıyor ortaya. Görüyorsun, Fakir Baykurt çıkıyor, bilinçleniyor, Ahmed Arif çıkıyor, bilinçleniyor. Nâzım Hikmet çıkmış, bilinçlenmiş bu konuda. Yani, dünya edebiyatını, dünya kültürünü bilerek, kendi kökenimize bir bilinçle varışımız var ki, bundan sağlam bir edebiyat doğabilir. Yalnız burada konuyu saptırmamak gerek, bu bilinçlenmiş sanatçılarımıza öykünmemek gerek. Halk şiirimize, Nâzım Hikmet şiirine, Ahmed Arif şiirine öykünmemek gerek. Şimdi bunlar birer kültürdür artık. Nâzım Hikmet gibi Ahmed Arif de gençlerimiz için bir kültür olmuştur. Orhan Kemal de öyle. Sait Faik de. Sait Faik gibi bir adamın ortaya çıkması bile, Anadolu kökenli oluşundandır. Sait Faik, birtakım arkadaşların sandığı gibi değildir. Sait Faikin dilindeki nüanslara baktığımız zaman, gene adamakıllı sağlam halk temaları buluruz. — Yani, Sait Faik’i yalnızca İstanbul kökenli bir yazar olarak alamayız demek istiyorsun. — Sait, Anadolu kökenli bir yazardır. Sait Faikin Türkçesini, başkalarına göre, ben çok çok güzel buluyorum. Çok zengin bir Türkçedir o. Yani, bence düzyazıda Sait Faik, şiirde Nâzım Hikmet, Türkçeyi en güzel kullanmış insanlardır. Güzel insanlardır. — Sait Faik, geçen yıl tartışmalara yol açmıştı. Bu konuya girmeyelim. Asıl sormak istediğim bir başka konu var. Yazarlarımızı, çıktıkları çevreye, toplumsal sınıfa göre adlandırmak, nitelemek isteyen yazılar çıkıyor. Köy romancısı, kent romancısı. Feodal kültür, burjuva kültürü, proleter kültürü… — Tamam. Çarpıtıyorlar. Vay efendim Dadaloğlu feodal kültürden gelmeymiş. Pir Sultan feodal kültürden gelmeymiş. Romancılara da ad taktılar “Köy romancısı”. Bu, dünyada ilk kez Türkiyede görülen bir şey. Buna “kültür ayıbı” derler. Bunun bir tek adı olabilir “Kültür ayıbı”. Oturmuş bu adamlar bir kültür ayıbı konuşuyorlar. Kimse de çıkıp bu adamların yüzlerine çarpmıyor bu ayıplarını, bu yanlışlarını, bu yalanlarını. Örneğin kimse çıkıp da Gogol için, “Köy romancısı Gogol” dememiştir. Oysa Gogol de, bugün Türkiyeli yazarların yaptığı gibi, kendi toplumunun, Rus toplumunun feodalitesini, Rus köylülerini, Rus bürokratlarını yazmıştır. Fakir Baykurt ne yapmıştır? O da Türk feodalitesini, Türk bürokratlarını, Türk köylüsünü yazmıştır. Orhan Kemal de öyle. Hiç kimse çıkıp da “Rus köylü romancısı Gogol,” demedi. Oysa düpedüz köyün köylünün romanını yazmıştır. Kimse Tolstoya “köylü romancısı” demedi. Demez. Kimse Dostoyevski için “bürokratların romancısı” demez, insanoğlunu yazmıştır bu yazarlar. İnsanoğlu, köy koşulu içinde de yazılır, kent içinde de. Adam, hangi koşulda yazarsa yazsın, iyi romancı olur. Yazamaz, kötü romancı olur. Bu, sanatçının kendi gücüne, yeteneğine bağlı bir iş. Köylüyü Gogol gibi yazarsın, dahi olursun. Adlarını vermek istemiyorum şimdi, bizdeki üçüncü sınıf yazarlar gibi yazarsın köylüyü, köylülüğü, hiçbir şey olamazsın. Toptan kentliyi, toptan köylüyü yazan da yok ya. Bir dünyayı yazıyor insanlar. Örneğin ben yalnızca köyü mü yazıyorum? Köylü de var benim romanlarımda, kentli de var, İstanbullu da. Bütün Türkiye yer almalı benim romanlarımda. Ben köy kökenliyim, Çukurova kökenliyim. Çukurovada ne varsa yazıyorum. — Ama en iyi bildiğini yazıyorsun çoğunlukla. — En iyi bildiğimi yazıyorum. Yöremi yazıyorum. Yani bugün, kenti yazıyorum diye kötü romancı mı olacağım? Dün köyü yazdıysam, iyi romancı mı sayılacağım? Biraz aptalca bir şey bu. Örneğin Shakespeare için “aristokrasinin yazarıdır” demek gibi saçma sapan bir şey olurdu. Birtakım adamlar, Türkiyede bu kültür ayıbını yapabiliyorlar. Yaşar Kemal – Ağacın Çürüğü

yaşar kemal in çukurovalı kahraman